İstisnalar bir yana, Batı medyası ve entelijensiyası “Türkiye ve
laiklik” konusunda tek tip bir bakış açısı sergilemektedir. Şöyle ki
Mustafa Kemal tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir devlet
olduğu, günümüzde bu laikliğin ülkede belli bir siyasî hareketin teşkil
ettiği tehlikeyle karşı karşıya olduğu, bir başka deyişle AK Parti ve
özelde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ülkeyi İslamlaştırarak laikliği yok
etmeye çalıştığı kanısındalar. Türkiye’de kendilerini “laik kesim”
olarak tanıtan gruplar da aynı bakış açısını taşımaktadır.
Müslüman
vatandaşların bir takım dinî uygulamalar sebebiyle meydana gelen Batı
toplumlarımızdaki görünürlüğü, laiklik tartışmasının tekrar canlanmasına
yol açmıştır. Her ne kadar şamatalı sürdürülse de, bu tartışma oldukça
yararlı olacaktır, zira doğru yorumlandığı veya anlaşıldığı zannedilen
bir ilkenin üzerindeki tozun temizlenmesi için fırsat doğuruyor. Aynı
tartışma Türkiye
için de geçerli ve “Türkiye devleti laik miydi?” sorusunu elzem
kılıyor. Bu soruya cevap vermeden önce ise “Laiklik nedir?” sorusuna
açıklık getirmek gerekiyor.
Nedir laiklik? Doğru
tanım önemli. Laiklik, siyasî otorite tarafından devletin organize
edilmesini öngören bir ilkedir. Bu ilke, birtakım başka ilkelerin
biraraya getirilmesiyle ortaya çıkar: Eşitlik, ayrımcılığa karşı
mücadele, özgürlük, hukuk devleti, din ve siyaset ayrılığı, kuvvetler
ayrılığı ve çoğulculuk. Burada iki hususu dikkate almak gerekir.
Birincisi, özgürlük, içinde din özgürlüğünü de barındırmaktadır, din
özgürlüğü ise herhangi bir dine inanma veya inanmama veyahut inanç
değiştirme özgürlüklerini kapsamaktadır. İkincisi, din ve siyaset
ayrılığı, kamu idaresinin dinî kurumların iç organizasyonuna
karışmaması, dinî kurumların da kamu idaresinin iç organizasyonuna
karışmaması anlamına gelmektedir.
Laiklik, ana ilke olan devlet
tarafsızlığı ilkesinin bir başka isimlendirilmesidir. Zira tarihî
olguları gözden geçirmek gerekirse, ilk önce tarafsızlık kelimesi
meydana gelmiştir. Günümüzde pek çok çevrede “laiklik” ve “tarafsızlık”
sanki anlamları farklı olan kavramlarmış gibi kullanılsa da aslında bu
terimler eş anlamlıdır ve dolayısıyla biri diğeri yerine
kullanılabilmektedir. Belçika anayasal düzeniyle Belçika’daki kamuoyu
tartışmalarında “tarafsızlık” kelimesi, Fransa’da ise “laiklik” kelimesi
kullanılmaktadır.
Bu ilke, ortak paydadır. Çünkü laiklik, bir
inanç değil, tüm inançların ifade özgürlüğünü teminat altına alan bir
siyasî otoriteyi organize etme yöntemidir. Bu çerçeveyi doğruca
oluşturduktan sonra iki ön yargıyı sorgulamak mümkündür.
1.“Bir dine
aidiyet duymak ve laikliği benimsemek birbiriyle çelişkilidir” ön
yargısı. Bundan dolayı kamuoyundaki tartışmalarda adeta mekanik bir
biçimde “dindarlar” ve “laikler” (veya “sekülerler”) karşı karşıya
getirilmektedir. Oysa laikliğin ne olduğunu hatırlarsak (ve dolayısıyla
ateizm ile aynı anlama gelmediğini anlarsak) inanç tercihi ve laikliğin
benimsenmesi arasında hiç bir uyumsuzluk olmadığı sonucuna varırız. Bu
açıklama sadece Müslümanları değil, herhangi bir inancı seçen herkesi
ilgilendiriyor. Dinî veya felsefî açıdan ister Müslüman, ister
Hristiyan, Yahudi, Budist, ateist isterse de bilinemezci (agnostik)
olunsun, bu aynı zamanda siyasî açıdan laik olmayı engellemez.
2.“Laiklik ve din özgürlüğü arasında çatışmacı bir ilişki vardır” ön
yargısı. Sanki din özgürlüğünün alanını genişletmek laikliği (en azından
potansiyel olarak) tehlikeye sokmak anlamına geliyormuş gibi. Oysa bu
iki ilkeyi karşı karşıya koymak söz konusu olamaz. Laiklik, ancak İnsan
Hakları Evrensel Beyannamesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde
açıklandığı gibi temel özgürlük olarak kabul edilen din özgürlüğüne
saygı üretebilir. Laiklik ve din özgürlüğü özellikle kamusal alanda
değerlendirilmelidir, çünkü sadece özel alanlara (bir başka deyişle
kişinin ikametgâhına) indirgenmiş din özgürlüğü hakiki anlamda din
özgürlüğü değildir. Din özgürlüğünün teminatı ancak kamusal alanda anlam
kazanır. Din özgürlüğüne vurulan her darbe aynı zamanda laikliğe
vurulan bir darbedir.
Bilinçli veya bilinçsiz dayatılan bu ön
yargılar Müslüman vatandaşların çoğunun (ve başka dinlere mensup pek çok
inananların) laiklik ilkesiyle neden çatışmacı bir ilişki içinde
olduklarını açıklıyor. Bir yandan tâbi tutuldukları temel hak
ihlâlleriyle ayrımcılıkların sistemli bir şekilde laiklik ilkesinin bir
gereği olarak tanıtılması, diğer yandan dinî uygulamaların eğitim ve
kamu hizmeti gibi sektörlerde yasaklanmasının ateist militanlar
tarafından laiklik olarak sunulması, bahsi geçen Müslüman vatandaşlarına
“laiklik yaşam tercihimize engeldir” fikrini veriyor. Hâlbuki Müslüman
vatandaşların acilen bu ilkeyi sahiplenmeleri ve laik olmak için daha az
Müslüman olmaları gerekmediğini anlamaları gerekiyor.
Gelelim
Batı’da çok yaygın olan ve ortadan kaldırılması gereken bir başka
iddiaya: “Müslüman vatandaşlar yasal düzenlemeleri dinî pratiklerine
uygun hale getirmek için değiştirmek istiyorlar.” Doğrusu, yasal
düzenlemeler zaten (büyük ölçüde) söz konusu dinî pratiklerin hürce
uygulanabilmesini temin etmektedir.
Müslüman vatandaşlar Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi ve demokratik devletlerin anayasalarında
bulunan bireysel haklardan taviz verilmesini istemiyor. Tam aksine, tek
istedikleri şey mevcut yasaların hakkaniyet ve adaletle
uygulanmalarıdır. Fransa’da 2004’te okulda dinî simgelerin yasaklanması,
Fransa’da 2010’da ve Belçika’da 2011’de kamusal alanda peçe giyiminin
yasaklanması, İsviçre’de ise 2009’da minarelerin yasaklanması, mevcut
insan hakları alanının değiştirilerek daraltıldığını ve bununla beraber
geri adım atıldığını gösteriyor. Bir de Belçika’da okullarda ve kamu
hizmetinde dinî simgeler konusunda yasa tasarılarından, Belçika kamu
otoritesinin İslam kültünün iç işlerine karışmasından ve camilerin seçim
kampanyaları dönemlerinde siyasiler tarafından miting alanı olarak
kullanılmasından bahsetmek gerekiyor. Tüm bu örnekler, esasında Müslüman
vatandaşların laiklik ilkesine aykırı olan düzenlemelere maruz
kalmasıyla birlikte, tüm vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini
tehlikeye atan düzenlemelerin hedeflenmesine yol açıldığını
göstermektedir.
Bu çerçevede, Batı’daki “laik kesim”’in
tutarlılıkla laiklik ilkesinin arkasında durması ve dün Katolik
kilisesinin siyaset üzerindeki hâkimiyetine karşı verdiği mücadele ile
bugün bireysel özgürlüklere karşı verilen mücadeleyi birbiriyle
karıştırmaması gerekir. Bir başka deyişle, açık açık ayrımcılıkları
meşrulaştıran söylemlerden uzaklaşması gerekir.
“Laiklik nedir?”
sorusuna verdiğimiz cevaptan yola çıkarak “Türkiye devleti laik miydi?”
sorusuna dönebiliriz. Özellikle ilk paragrafta altını çizdiğimiz bakış
açısının temelsiz olduğunu ifade edelim ve örneklendirelim.
1924 Anayasasındaki “Türkiye Devletinin dini, Din-i İslâmdır” ibaresi 1928’de yapılan bir değişiklikle kaldırıldı. Laiklik
ise 1937’de anayasallaştı, fakat hep sözde kaldı. Laikliğin bileşenleri
olan eşitlik, ayrımcılığa karşı mücadele ve özgürlük hiç bir zaman
gerçek anlamıyla var olmamıştır. Türkiye’de laiklik, belli bir devlet
ideolojisini meşrulaştırma işlevi görmüştür. Bahsi geçen ideoloji ise
Kemalizm’dir. Bu ideoloji, dinin kamusal alandaki etkisinin kırılması,
devlet kontrolüne sokulması ve olabildiğince görünmez hale getirilmesini
öngörüyordu. Nitekim de öyle oldu. Örneğin, 1925’te Batı tarzında şapka
takmanın zorunluluk haline getirilmesi, 1924’te Müslüman ve Hristiyan
din okullarının kapatılması ve 1925’te İslamî mabetlerin yasaklanması
bunun tezahürüydü.
Cumhuriyete şekil verecek olan bu devlet
ideolojisini oturtmak için orduya “laiklik ilkesinin garantörü” rolü
verildi. Türkiye’de “laiklik”, Kemalistler tarafından ordunun yardımıyla
halkın kontrol edilmesine alet olarak tasarlandı. Bunun içindir ki
“laikliği korumak”, bu ülkede meydana gelen bütün darbelerde (1960,
1971, 1980, 1997 ve kısmen 2007) kullanılan gerekçeler arasında yer
almıştır. Konu daha karışık olsa da 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünü de
bu bağlamda değerlendirmek mümkündür.
Özetle Kemalizm, bireysel
din özgürlüğünün kullanımını neredeyse imkânsızlaştırıp orduya siyasete
müdahale etme yetkisini vermiştir. Fakat bununla yetinilmedi. Halkın
ezici çoğunluğunun dini olan İslam’ı kontrol altına almak üzere 1924’te
bir kamu kurumu kuruldu: Diyanet İşleri Başkanlığı. Esasında bu kurum,
Osmanlı döneminin bir bakanlığı olan ve Cumhuriyet’e geçişle kaldırılan
“Şeriye ve Evkâf Vekâleti”’nin yerine, devletin ideolojik amaçlarına
hizmet için bir araç haline dönüştürülerek kuruldu. Devlet, Diyanet
yoluyla doğrudan İslam dini üzerinde vesayet oluşturuyor. Söz konusu
vesayet, devletin doğrudan Cuma hutbelerinin içeriğine karışması ve
imamların doğrudan devlet tarafından eğitilmesiyle tezahür ediyor.
Diyanet’in bu haliyle varlığı, en başta din-devlet ayrımı ilkesini ihlâl
ediyor, çünkü bir devlet kurumu olarak doğrudan dinî bir cemaatin iç
organizasyonuna ve işleyişine karışıyor. Bunun yanında, gerek sadece
İslam dinine ve bilhassa Hanefi mezhebine dayalı olması, gerekse
Müslüman ve gayri-Müslim bütün Türkiye vatandaşlarının vergileriyle
çalışması müessese olarak bir ayrımcılık teşkil ediyor.
Gayri-Müslim
ve hatta gayri-Sünni ve gayri-Hanefi cemaatler ise otonom bir şekilde
finansmanlarını sağlamak durumundalar. Bazen de idari birtakım
engellemelere maruz kalıyorlar.
1923’te imzalanan Lozan
Antlaşması’na göre Türkiye’de, gayri-Müslim azınlıkların sivil, siyasî
ve kültürel hakları tanınmıştır. Ancak fiilen Lozan Antlaşması’nda geçen
dinî azınlıklar arasında tanınanlar sadece Yunan, Ermeni ve Yahudi
azınlıklar ile sınırlı. Söz konusu azınlıklara ise Lozan Antlaşması’nda
sıralanan hakların tümü verilmiyor. Bunun ötesinde ise ne Aleviler, ne
Bektaşiler, ne Caferiler, ne Katolikler ne de Protestanlar Türkiye’de
resmî olarak tanınmaktadırlar.
Bir diğer mesele ise devlet
okullarında zorunlu din dersinin var olması. Bunu da yine Kemalizm’in
laikliği alet etmesiyle ordunun 1980’de yaptığı darbe sonrasında
oluşturulan 1982 darbe anayasasının 24. maddesine borçluyuz. Zorunluluk
olmasının yanı sıra söz konusu dersin ağırlıklı olarak Hanefi Sünni
İslam’a yer vermesi sorunuyla karşı karşıyayız. Katılım zorunluluğunun
kaldırılması özellikle Alevi cemaati tarafından uzun zamandır talep
ediliyor. Türkiye devletinin Eylül 2014’te bu konuda Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi tarafından uyarıldığını hatırlayalım.
“Türk
laikliği” olarak sunulan sistem somut olarak vatandaşlar nezdinde din
özgürlüğünün tümüyle yasaklanması, kurumlar nezdinde ise İslam dininin
her yerde tek başına görünür olmasını öngörüyor. Tam bir paradoks.
Aslında
tüm bu saydığımız gözlemler şaşırtıcı değil. Kemalizm, ideoloji olarak
özünde ulus-devlet yaklaşımına dayalı olduğu için gerek dinî gerekse
etnik çeşitliliğe terstir. Bu sebeptendir ki on yıllar boyunca İslam
dini dışında diğer bütün dinlerin görünürlüğü yasaklanmıştır.
Mabetlerine, arazilerine, mülklerine el konulmuş, 1937’de ise vakıf
olarak organize olan dinî cemaatlerin mülkiyet hakkı ortadan
kaldırılmıştır.
Gördüğümüz gibi “Türkiye, Mustafa Kemal tarafından kurulmuş laik bir devlettir” algısı tam bir hayal ürünüdür.
Diğer
yandan, 2000’li yılların başından beri Türkiye’de gerçek anlamda bir
laikliğin giderek belirginleşen kıvılcımlarına tanıklık etmek mümkündür.
Yukarıda saydığımız sorunların bazılarının tamiratı başlamıştır. Söz
konusu sürecin Türkiye’yi İslamlaştırmak istemekle suçlanan bir
hükümetin döneminde başlamış olması ve devam etmesi ise yine tam bir
paradoks. Meselenin bu boyutunu bir başka makalede kendi başına ele
almak gerekecektir.
Mehmet Alparslan Saygın
Hukukçu, Siyaset bilimci | https://twitter.com/mehmetasaygin
“Belçika Anayasal Düzeninde Laiklik”, Fransızca başlığıyla La Laïcité dans l’ordre constitutionnel belge kitabının yazarı
0 Yorumlar